Hz. Peygamber (s.a.s.) Yaşayan Kur’ân

Ebû Hüreyre'den nakledildiğine göre, Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Hiçbir peygamber yoktur ki, insanların inanmaları için kendisine mucizeler verilmiş olmasın. Bana verilen ise Allah'ın vahyettiği vahiy (Kur'ân-ı Kerîm)dir. Bu sayede ben kıyamet günü ümmeti en çok olan peygamber olacağımı ümit ediyorum.” (B7274 Buhârî, İ'tisâm, 1; M385 Müslim, Îmân, 239)

İbn Abbâs'ın naklettiğine göre, Hz. Ebû Bekir (ra), “Ey Allah'ın Resûlü, saçların ağarmış!” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Beni; Hûd, Vâkıa, Mürselât, Nebe' ve Tekvîr sûreleri ihtiyarlattı.” (T3297 Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 56)

Hz. Ömer anlatıyor: “Peygamberiniz (s.a.s.) (Kur’ân hakkında) şöyle buyurmuştur: 'Şüphesiz Allah, bu Kitap sayesinde bazı toplulukları yüceltir, diğerlerini de alçaltır.' ” (M1897 Müslim, Müsâfirîn, 269)

Sa'd b. Hişâm anlatıyor: “(Hz. Âişe'ye) 'Ey müminlerin annesi, bana Resûlullah'ın (s.a.s.) ahlâkını anlat.' dedim. O da şöyle dedi: 'Sen Kur’ân okumuyor musun? Resûlullah'ın (s.a.s.) ahlâkı Kur’ân idi…'” (D1342 Ebû Dâvûd, Tatavvu', 26)

Hira'da yaşadığı tecrübe Resûl-i Ekrem'in Kur’ân ile ilk tanışma sahnesiydi. Alak sûresinin ilk beş âyetiyle başlayan vahiy süreci, yirmi üç senede tamamlanacaktı. Çeşitli zaman ve mekânlarda, değişik vesilelerle inen Kur’ân âyetleri, hem Allah Resûlü'nü hem de onun etrafında toplanan Müslümanları yetiştirecek, yepyeni bir toplum inşa edecekti. Nitekim Mekke'de inen âyetler ve sûreler iniş sırasına göre okunduğunda, putperest bir toplumun câhiliyeden kopartılıp nasıl aşama aşama eğitildiği ve vahyin aydınlığında tertemiz bir topluma dönüştürüldüğü net bir şekilde görülecektir. Aslında bu durum risâlet görevinin bir gereğiydi ve Yüce Allah, Elçisi'ni bu görevi yerine getirmek üzere göndermişti. “Andolsun, Allah, müminlere kendi içlerinden, onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân, 3/164.) Bu âyette dile getirilen “temizleme” (tezkiye), hem maddî hem de manevî temizliği, arınmayı içermekteydi. Hz. Peygamber bu görevi sayesinde, câhiliye insanlarını medeniyete kavuşturmuştu. Kız çocuğunu diri diri gömecek kadar gaddar insanlardan, can taşıyan her varlığa, hatta eşyaya rıfk ve merhametle muamele edecek bir Medine toplumu oluşturabilmişti. Diğer bir ifadeyle ataların geleneklerine dayalı bir câhiliye toplumunu, yirmi üç yıllık risâleti süresince erdemli bir topluma çevirmeyi başarmıştı. Allah'ın hidayeti ve Hz. Peygamber'in tezkiyesi neticesinde câhiliye döneminin kaba, zorba ve müşrik insanlarının, kısa sürede gerçekleşen bu toplumsal değişimle nasıl örnek bir nesil olduklarına tarih şahitti. Bazı âlimlerimizin dedikleri gibi “Şayet Resûlullah'ın (s.a.s.), ashâbından başka bir mucizesi olmasaydı, bu, onun peygamberliğini ispat için yeterdi.” ( FH4/305 Karafî, Furûk, IV, 305.)

Allah Resûlü, bütün bu sosyal değişimi Kur’ân ile gerçekleştirmiş ve kendisinden sonra ümmetine rehber olarak yine onu bırakmıştı. Nitekim Veda Haccı'nda verdiği hutbesinde şöyle buyurmuştu: “Size öyle bir şey bıraktım ki ona sımsıkı sarılırsanız sapıtmazsınız: Allah'ın Kitabı.”  (M2950 Müslim, Hac, 147.) Rabbinden gelen vahyi, âyet ve sûreleri insanlara okuyarak duyurması Hz. Peygamber'in tebliğ vazifesinin en önemli kısmını oluşturmaktaydı. ( İsrâ, 17/106) Nitekim Yüce Allah, “Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni duyur! Eğer bunu yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun!” buyurmuştu. (Mâide, 5/67.) Bu âyete dayanarak Hz. Âişe, Resûlullah'ın (s.a.s.) Allah'ın Kitabı'ndan herhangi bir şeyi gizlediğini iddia edenlerin yalan söyleyip Allah'a iftira etmiş olacaklarını  (Müslim, Îmân, 287.)hatırlatmıştı.

Hz. Peygamber'in inen vahiyleri tebliğ ve tilâvetinin yanı sıra, inananlara Kitab'ı, hikmeti ve onlara bilmedikleri şeyleri öğretme (Bakara, 2/129, 151.)  gibi önemli bir vazifesi daha vardı. (Âl-i İmrân, 3/164) Allah'ın Kitabı'nı öğretmesi, daha çok amelî konularla ilgili olup pratiğe yönelikti. Âyetlerde ifade edildiği gibi o, Kur’ân'ın yanı sıra, hikmeti de öğretmekteydi. Zira o, vahiyle donanmış, hikmetle bezenmiş bilge bir muallimdi. Bazı rivayetlerde kendisinin de buyurdukları üzere o, muallim yani öğretmen olarak gönderilmişti. (Müslim, Talâk, 29) Hz. Peygamber'in, indirilen âyetleri açıklaması da onun vazifeleri arasındaydı. Zira Yüce Allah, “...İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’ân'ı indirdik.” ( Nahl, 16/44.) buyurmaktaydı. Onun Kur’ân'ı beyanı ise çeşitli şekillerde olmaktaydı. Nebevî beyan, bazen Kur’ân hükümlerinden anlamı kapalı veya anlaşılması zor olan âyetlere, bazen de genel hükümlerin nasıl anlaşılması gerektiğine dair açıklık getirme şeklinde gerçekleşiyordu. Örneğin, imsak vakti hakkında bilgi veren, “...Şafağın beyaz ipliği, siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar yiyin, için...” (Bakara, 2/187.) âyetinde geçen iplikleri sahâbeden Adî b. Hâtim hakikate hamlederek yastığının altına iki iplik koymuş, onlara bakarak imsak vaktini tesbit etmeye çalışmıştı. Bu şekilde bir sonuç elde edemeyince Allah Resûlü'ne gelmiş, Hz. Peygamber de âyette sözü edilen iki ipliği, “Bu (ancak) gecenin karanlığı ile sabahın aydınlığı demektir.” diyerek izah etmişti. (Buhârî, Tefsîr, (Bakara) 28 ) “İman edip de imanlarına zulmü karıştırmayanlar...” (En’âm, 6/82.) âyeti inince, bu husus karşısında zorlanan sahâbe Hz. Peygamber'e gelerek, “Hangimiz imana zulmü karıştırmıyor ki?” demişler, bunun üzerine o, “Siz Lokman'ın oğluna söylediği 'Gerçekten şirk, büyük bir zulümdür.' (Lokman, 31/13.)  sözünü işitmiyor musunuz?” diyerek burada kastedilen zulmün “şirk” olduğu açıklamasını yapmıştı. (Buhârî, Tefsîr, (Lokman) 1.) Vahyin inişine tanıklık eden ashâb, Kur’ân âyetlerini büyük ölçüde anlıyordu ve tefsire fazla ihtiyaç hissetmiyorlardı. Bu nedenle de Hz. Peygamber, Kur’ân'ın küçük bir bölümünü tefsir etmişti. Yirmi üç sene boyunca devam eden nüzul sürecinin en önemli gündem maddesi olan Kur’ân, onları ilgilendiren her konuda hayatla iç içeydi ve anlaşılmaması için sebep yoktu. Bu nedenle hiçbir âyeti tefsir edilmeyen sûreler olduğu gibi, birçok sûrenin de sadece birkaç âyeti hadislerle açıklanmıştı. Hz. Peygamber'in Kur’ân tefsiri daha çok uygulamalarında ve ahlâkî davranışlarında ortaya çıkmaktaydı. Diğer bir ifadeyle Allah Resûlü, Kur’ân'ı anlatarak değil de yaşayarak öğretmeyi tercih etmişti. İnançtan ibadete, eğitimden ahlâka varıncaya kadar hayatın her alanını ilgilendiren sünnet, aslında Kur’ân'ın hayata geçirilmesi demekti. Dolayısıyla Hz. Peygamber'in tefsiri, sadece hadis kaynaklarının tefsir bölümlerindeki sayılı rivayetlerde değil onun bütün sünnet ve sîretinde aranmalıydı. Tâbiri caiz ise Kur’ân, ilâhî iradenin yazılı bir senaryosu, Hz. Peygamber'in onu hayata geçirmesi de bu senaryoyu canlandırmasıydı.

Allah Resûlü, ilâhî kelâmın insanlığa hayat veren, (Enfâl, 8/24.)  ruh veren, ( Şûrâ, 42/52.) kutsal bildiriler olduğunun bilinci içerisindeydi. Hz. Ömer'in naklettiğine göre o, Kur'ân- ı Kerîm'i kastederek “Şüphesiz Allah, bu Kitap sayesinde bazı toplulukları yüceltir, diğerlerini de alçaltır.” derdi. (Müslim, Müsâfirîn, 269.) Allah Resûlü, halkı Allah'ın dinine davet ederken Kur’ân'ın kendisine öğrettiği yöntem olan hikmete ve güzel öğüte başvurmuş, muhataplarıyla mücadelesinde de en güzel yolu kullanmıştı. (Nahl, 16/125-7.) Kur’ân onun din ve dünya görüşünü, bâtıl ile mücadelesinin temelini oluşturmaktaydı. (Furkân, 25/52.) Gerek Peygamber Efendimizin, gerekse İslâm'ı kabul eden kimselerin en önemli dayanaklarıydı Allah'ın Kitabı. Yeni Medine toplumu, Kur’ân ile yetiştirilmekte, sünnet ile şekillenmekteydi. İster farz namazlardan önce ister sonra olsun, Peygamber Mescidi'nde verilen temel eğitim Kur’ân eğitimiydi.

Rahmet Elçisi, sabah, akşam ve yatsı namazlarında birçok sûreyi okur, sahâbeden kimileri de o sûreleri ezberleme fırsatı bulurlardı. Allah Resûlü'nün cuma hutbelerinin pek çoğu da bazı Kur’ân âyetlerinin belli bir bütünlük içerisinde okunmasından ibaretti. (Ebû Dâvûd, Salât, 221, 223.) Bu nedenledir ki yaklaşık on sene boyunca cuma namazlarında okunan hutbelerden bize nakledilenler pek fazla değildi.

Allah Resûlü namazlarda Kur’ân'ı ruhuna uygun bir şekilde okur ve dinleyenleri etkilerdi. Nitekim Cübeyr b. Mut'im müşrik esirlerin fidyesini görüşmek üzere Resûlullah'a geldiği sırada Resûlullah akşam namazını kıldırıyor, Tûr sûresini okuyordu. Onun dudaklarından dökülen muhteşem âyetleri duyan Cübeyr, henüz Müslüman olmamasına rağmen Kur’ân'ı işittiği anda hissettiklerini şöyle anlatmıştı: “Sanki kalbim parçalanacaktı!” (İbn Hanbel, IV, 85.) Allah Resûlü, kendisine indirilen Kitab'ın âdeta ete kemiğe bürünmüş mücessem hâliydi. O, tefsir olunmuş bir Kur’ân'ı, canlı bir İslâm'ı temsil etmekteydi. Nitekim müminlerin annesi Hz. Âişe, Peygamber çatısı altında yaşamış olmanın verdiği engin tecrübe ile kendisine Resûlullah'ın ahlâkı sorulduğunda, “Sen Kur’ân okumuyor musun? Resûlullah'ın (s.a.s.) ahlâkı Kur’ân idi...” demişti. (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 26.) Hz. Âişe'nin bu veciz ifadesinden sonra, “Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin.” ( Kalem, 68/4.)  âyetini hatırlatması, (İbn Mâce, Ahkâm, 14) ayrıca Mü'minûn sûresinin ilk dokuz âyetini okuması, (Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 412.)  Resûlullah'ın gecelerini nasıl ihya ettiğini soranlara ise Müzzemmil sûresiyle cevap vermesi hep aynı gerçeğe işaret etmekteydi. (Müslim, Müsâfirîn, 139.) Hz. Âişe'nin bu açıklamaları, Hz. Peygamber'in söz, davranış ve onaylarının Kur’ân'a dönük olduğunu gösterir. Zira ahlâk bunların hepsini kapsamaktadır. Sünnet, Kur’ân'ın hayata açılımı, onun uygulamalı tefsiri, İslâm'ın örnek tatbikatıdır.

Netice itibariyle Hz. Peygamber, kelimenin tam anlamıyla Kur’ân ile yatar, Kur’ân ile kalkardı. Yatarken nasıl Nâs ve Felâk sûrelerini okur ise (Buhârî, Deavât, 12.) gece namaz için uyandığında da Âl-i İmrân sûresinin son on âyetini okuyarak kalkardı. (Buhârî, Tefsîr, (Âl-i İmrân) 20) Kur’ân, duygularına varıncaya kadar Allah Resûlü'nün hayatını nasıl yansıtmaktaysa, Resûl-i Ekrem de yirmi üç yıllık risâlet hayatı boyunca bütün eylem ve söylemlerinde daima Kur’ân vahyini yansıtmıştı. İşte bu yüzden risâlet, Kur’ân'la şekillenen bir ömür; Resûl ise âdeta yaşayan bir Kur’ân'dı.

Kaynak: Hadislerle İslâm, DİB Yay. Cilt 6, s, 489